18 Ocak 2012 Çarşamba

Kişinin Anavatanı





Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi,
Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek
hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle
bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti.
O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek
istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde
bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir
insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir
insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli
görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
yaratmaktır."
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya
devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en
önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime
düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya
yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar
hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz
yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya
çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini
yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.
Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun
sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar
vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam
etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne
biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm;
otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle
konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse
beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime
dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk,
çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları
aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim
ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var
ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu
yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir
çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi
değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim
bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek
ilerleyecek! Öyle şey olmaz."
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor,
kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her
gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin
sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının
yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve
dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve
"Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya
ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim,
onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış,
onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat
altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak
içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok
mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya
başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün
sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla,
kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum.
Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım
ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar
hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.
"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi
söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum
birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir
tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim
ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta
sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki
veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama
ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta
arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla
konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız
etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen
buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim
ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına
gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen
yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe
sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına
geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup
olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum.
En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne
yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen
söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye
sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta
arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim
öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık
şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim
ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap
veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim
oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu
kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı
mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle
yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı
çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler
güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

12 Ocak 2012 Perşembe

Bir Zamanlar Kuzine



Ne Güzel Cahildik!...
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...
Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış,
bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş
merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık
içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...
Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer,
kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma
dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine,
geniş ve besleyici bir masal dünyası...
Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret
kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi,
sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı... Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu,
yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi...
Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk... 

13 Aralık 2011 Salı

Diş Fırçaları ve Hayat


Hayatı bu şekilde ifade edebiliriz....